‘Edebiyat Söyleşisi’ Kategorisi için Arşiv

Bir filozofun şiir güncesi: DİNAMİK KAOS

Geçtiğimiz ay “Dinamik Kaos” adlı şiir kitabı yayımlanan Mustafa Atiker, felsefedeki yolculuğunu yansıtan şiirlerini topladığı kitabıyla ilgili sorularımızı cevapladı.

İlk şiir kitabım…

 ·       Mustafa Bey, sizi biraz tanıyabilir miyiz?
 

Söz konusu kitabın başında da okuyabileceğiniz gibi, özgeçmişimi üçüncü kişi ağzından kısaca şu cümlelerle ifadelendiriyorum: Mustafa Atiker, 1 Temmuz 1966′da Bursa’da doğdu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olarak yüksek lisans öğrenimi için Almanya’ya gitti. Bamberg Üniversitesi Türkoloji Bölümü’ne sunduğu “XX. Yüzyılda Edebiyat Eleştirisinin Oluşumu Üzerine” başlıklı master tezinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın edebiyat eleştirisine ilişkin görüş ve uygulamalarının felsefi tabanını, yazarın hayat kurgusuyla birlikte irdeledi (1998). Atiker’in XVIII. Alman Doğubilimcileri Kongresi’nde (27 Mart 2001) “Literaturkritik und Ahmet Hamdi Tanpınar” (Edebiyat Eleştirisi ve Ahmet Hamdi Tanpınar) adlı bildiriyle tartışmaya açtığı bu çalışma yakında yayımlanacak. Yurtdışında Türkoloji, Yabancılar İçin Almanca, Arap Dili ve Edebiyatı, Fars Dili ve Edebiyatı, Felsefe, Androgogik (Yetişkinler Eğitimi) alanlarında eğitim gördü. Erlangen-Nürnberg Üniversitesi Doğu Dilleri bölümünde Türkçe okutmanı olarak çalışırken 2006′da Türkiye’ye döndü.

Dinamik Kaos, benim ilk şiir kitabım…

Şiir, kavramların ötesindeki, olayların ötesindeki bir dünyayı gösterir.

·       Şiir yazmaya ne zaman başladınız? Sizi şiir yazmaya iten nedenlerden söz eder misiniz?

 

Annem, kadın terzisiydi. Her sene beş altı genç kızı çırak olarak alır, onlara terzilik zanaatını öğretmeye çalışırdı. Bu genç kızların çoğu ya terzi çırağı olduğu sene evlenir ve çıraklığı bırakır ya da terzilik mesleğinin kendine göre olmadığını düşünüp ayrılırdı. Annemin yanında çıraklıktan yetişip terzilik zanaatını meslek olarak benimseyenler ve bugün de o mesleği sürdürenler ya bir ya iki kişidir ya da en fazla üç, üç kişiyi kesinlikle geçmemiştir. Gerçi çoğu aile, kızlarını anneme terzi olsun diye de vermiyordu. Onların bu kısa, geçici çıraklık dönemini kızlarına yaşatmak istemesinin asıl nedeni, aşağı yukarı hep aynıydı ve kızlarını çırak olarak vermek isteyen ailelerle annem arasındaki görüşmelerde hep konuşmalarının ya başında ya ortasında ya da sonunda hep şöyle derlerdi: “–Ay vallahi kızın biraz eli kırılsın canım.” Terzilik, merzilik sonraki iş…

Evet, aileler için aslında önemli olan kızlarının terzilik öğrenmesi değil, kızlarının elinin kırılması; bir başka deyişle, onların evlendikten sonra el ustalığı gerektiren işlere şimdiden alışması, en azından kendisinin, kocasının ya da çocuklarının elbisesindeki yırtığı ve söküğü onarabilecek bir dikiş becerisi kazanmasıydı. Ancak annemin yanında bu kızlar, sadece eli kırılmakla kalmıyor, zihinleriyle de –annemin deyişiyle– “cemiyet”e, yani içindeki bulundukları toplum hayatına karışmayı öğreniyordu.

İşte bu sözünü ettiğim çıraklar, o genç kızlar, annemin yanında, sadece ellerini kırmakla kalmıyor, annemin onlar arasında paylaştırdığı görevler ve yerine getirmek zorunda oldukları ödevler sayesinde, toplumun iç yapısını, iş bölümünü kavramaya başlıyordu. Türkçede bu türlü, toplum hayatını kavramağa başlayarak, toplum hayatının işlerliğine katılma aşamasının adı: Nefsi kırılmak… İnsanın nefsi, evinde oturarak kırılmaz. Çalıştığı işte kırılır. Almancada bir atasözü vardır: Aller Anfang ist schwer: Her şeyin başlangıcı zordur. Daha Türkçesi: Her şey, başlangıçta zordur. O çıraklığa gelmiş genç kızlar da, başlangıçta zorlanır, kendilerine verilen çok basit bir dikiş ödevini, bir kumaş parçasına ilik açmayı kusursuz yerine getirmeleri bile en az iki hafta sürerdi. Annem her “olmamış” dediğinde o genç kızlarla birlikte ben de üzülür, bir an önce bu “olmamış” döneminin bitmesini, bir kumaş parçasına, hiç olmazsa kusursuz bir ilik açmayı öğrenmelerini ben de beklerdim. Çünkü onlar neşesizse, beni de neşelendiremeyecekler, kucaklarına alamayacaklar, beni sevinçle, bahçedeki dut ağacının altında kurdukları salıncakta sallayamayacaklar, kısaca beni eğlendiremeyeceklerdi.

Bir gün bu genç kızlar kendi aralarında konuşurken –hangi nedenle, bugün de anımsamıyorum– söz döndü dolaştı, saz şairlerine, âşıklara geldi. Saz şairlerinin kendi aralarındaki atışmalarından, nasıl saz şairi olunabileceğinden, bu şairlere niye âşık dendiğinden, sözleri nasıl şiirleştirebildiklerinden, bu âşıkların söz güçlerinin kaynağından, yine bu saz şairlerinin kendi aralarındaki atışmalarda bazen belli sesleri çıkarmayı engellemek için ağızlarına nasıl iğne yerleştirdiğinden söz ediliyordu. Bu konu bana da pek ilginç geldiğinden konuşulanları daha yakından duyayım diye genç kızların yanına kadar sokulduğumu, konuşmaları bitince de ikindi vakti, onlar salondan çıkar çıkmaz onların oturduğu salondaki boy aynasının karşısındaki o büyük kanepeye uzanıp uykuya daldığımı, bir aralık uyandığımı, boy aynasından çıkan tüllere sarınmış bir peri kızının beni kucaklayıp aynanın içine götürdüğünü ve aynanın içinde beni diğer arkadaşlarına da göstererek dolaştırdığını, aşağı yukarı bir ya da bir buçuk saatlik çıkartıp yattığım yere, kanepeye, gülümseyerek kucağından yavaşça bıraktığını anımsıyorum.

Benim bu olayı yaşadıktan sonra dünyam değişmediyse de dünyayı görüşüm, algılayışım değişti. Bu dünyada varlık ve nesneleri (eşyayı) ve varlık ve nesneler arasındaki ilişkileri bir başka gözle görmeye başladım. Kısacası, şairlik, dünyayı, doğayı, uzayı ve daha ötede evreni ve bunlar arasındaki eşya ve varlık ilişkisini aynanın ötesine geçerek inceleme, gösterme sanatıdır. Ayna nedir? Ayna dildir. Kavramlarla inşa edilmiş dünya demektir. Düzyazı demektir. Örneğin masa, sıra, sandalye derken belli nesneleri vurgularız. Oysa şiir, dil değildir, dilin içidir. Ayna değildir. Aynanın içindeki yolculuktur. Bu yüzden şair, kavramları olduğu gibi kabul etmez, onlara başka anlamlar yükler, dahası anlamlarını kökünden değiştirir. Şiirde geçen hiç bir sözcük kavramsal değildir. Bir başka deyişle şiire giren masa, bildiğimiz masa değildir. O, kavramsal anlamının çok ötesinde diğer nesne adlarıyla bir araya gelerek yeni bir görüntü evreni oluşturur. Bu görüntü evreni, her ne kadar bu dünyadaki varlık ve nesneler arasında kurulan ilişkiden yola çıksa da bu dünyada var olan ama algılanması şair dışında imkansız olan bir başka dünya gerçekliğini ve bu gerçeklik algısından doğan varlık ve eşya ilişkisini gösterir. Buna, Latin Amerika Edebiyatı Roman İncelemeleri’nde kullanılan bir adlandırmayla “büyülü gerçekçilik” de denebilir.

Buradan şu da çıkarılabilir: Şiir, kavramların ötesindeki, olayların ötesindeki bir dünyayı gösterir. Düzyazıysa bu dünyayı olayların içinde kavramlarla birlikte kurulmuş bir dünyayı.

Dünya şiir dilinin ne olduğunu anlamam, Osmanlı Türk Edebiyatı’nın (Divan Edebiyatı) şairlerini özgün metinlerinden okuyabilmemle başladı.

·       Bir edebi anlatım, şiir olabilmek için ne gibi özellikler taşımalıdır?

 

Lise ikinci sınıfta yazdığım ve dört beş yıl sonra bir dergide yayımlanan ve yayımlanmasına hiç de sevinmediğim bir şiirim vardı. Sevinmedim, çünkü bu şiiri iki yıl sonra okuduğumda kendi kendime şöyle diyecektim: “Ancak Necip Fazıl’la Yahya Kemal bir araya gelse böyle bir şiir yazabilir.” Aslına bakılırsa bu, üslup açısından kendime yönelttiğim doğru bir eleştiriydi ve ben yalnızca bu iki şairin değil, okuduğum bütün şairlerin dışında bir üslup geliştirmem gerektiğinin farkına varmıştım. Gerçi o şiirin içeriğinde de benim düşünce dünyam, bir başka tasarım fikri sezilebilse de çok açık çok somut bir biçimde görünmüyordu. Benim dünyayı algılama tarzım bugüne kadar gelen Türk şairlerinden biraz da farklıydı. İşte bu farkındalığı anlayış, beni şiirde başka bir dil kurmaya, kullanmaya da itti. Lise ve üniversite yıllarında benden önce gelmiş ve geçmiş bütün Türk şairlerini, büyük küçük demeden inceledim ve onların Tanzimat ve Cumhuriyet döneminde yazdıklarına pek ısınamadım doğrusu. Dolayısıyla Tanzimat ve Cumhuriyet döneminde yaşamış şairlerin benim üzerimde doğrudan etkisi de pek yoktur; dolaylı bir etkiden söz edilebilir, diyebilirim. Bu dolaylı etki de Asaf Halet Çelebi’den gelir. Orhan Veli döneminde yaşamış bu şair benim için 1983 yılında eski ve yeni Türk şiiri arasında bir köprü kurmuş oldu ve ben bu köprüden geçerek Tanzimat öncesi şairlerle buluştum ve yine aynı köprüden geldiğim yere Cumhuriyet şirine ve şairlerine geri döndüm. Bu geri dönüş beni Batı Hıristiyan dünyasının şairlerine, Hint dünyasının şiirine de Latin Amerika dünyasının şiirine de götürdü.

Kısaca benim dünya şiir dilinin ne olduğunu anlamam, Osmanlı Türk Edebiyatı’nın (Divan Edebiyatı) şairlerini özgün metinlerinden okuyabilmemle başladı. O şairler arasında benim en çok beğendiğim adlar: Nef’î, Neşatî, Şeyh Galip ve diğerleri… Ama bütün bu adların ötesine, sizlere okul kitaplarında pek söz edilmeyen ya da edilemeyen bir adı, Koca Ragıp Paşa’yı yerleştiririm. Çünkü Koca Ragıp Paşa da tıpkı benim gibi arka planı hukuk felsefesine yaslanmış bir şiirin peşindeydi. Gerçi aynı geleneğin içinden gelen diğer şairlerde de böyle bir çaba vardı. Ancak bu çaba her zaman üslubu aşıp, büyük ve bütün bir şiir içeriği haline gelemiyordu. Kullandıkları üslup, bazen içeriğin de önüne geçiyordu. Bazen de bu içerik tıpkı Şeyh Galip’te olduğu gibi, vicdani bir itikad dünyasının, tasavvufun, ahlakın içinde eriyip kaybolabiliyordu.

Yine de mutasavvıf şairlerden söz ederken şunu da belirtmek gerekli: Yunus Emre ya da Şeyh Galip, tasavvufun içinden yazsalar da onların zihniyet dünyasını biçimlendiren de yine hukuk felsefesidir. Çünkü Müslümanlıkta her şey hukukun içinden çıkar ve oraya da döner. Bu bağlamda bizim eskiler “fıkıh” sözcüğünü kullanır. Fıkıh sözcüğünü hukukla çeviremeyiz. Hukuk sözcüğü, fıkıh sözcüğünün tam karşılığı değildir. Tanzimatçılar, hukuk sözcüğünü Arapçadan, Batı Hıristiyanlığı’ndaki Jura sözcüğünü karşılamak için uydurdular. “Jura” Latince bir sözcük ve “haklar” anlamında. Tekili ise “Jus/hak”. Tanzimat’ın gazete edebiyatçıları, Arapça “hak” sözcüğünün yine Arapça çoğulunu: “Hukuk”u, “Jura” sözcüğünü karşılamak için terimleştirdiler. Gerçekte “fıkıh” Batı Hıristiyanlığı’nın terim bilgisiyle konuşacak olursak, “yargı/hüküm formu” anlamındadır. Ha, bu arada şunu da belirteyim. Bizim bugün kullandığımız bütün terimleştirmeler ve bu terimleştirmenin içeriği Batı Hıristiyanlığı’na göre düzenlenmiştir. İşte bu nedenle, siz anlayasınız diye “yargı formu” diyorum.

Müslümanlıkta, “fıkıh” ya da “yargı formu” üçe ayrılır: 1)İtikâdi Fıkıh… 2)Ameli Fıkıh… 3)Vicdani Fıkıh…

Bu yukarıdaki sınıflama, Müslümanlığın epistemolojik çatısını, yani bilgi felsefesini, eskilerin “marifet” dediği kısmı oluşturur. Bu bağlamda Tasavvuf ve dolayısıyla mutasavvıflar, vicdani fıkıh merkezli bir düşünce formunun, Batı Hıristiyanlığı’nın diliyle, “ethos”un temsilcisidir. İşte burada, bütün bu açıklamalar nedeniyle akla gelebilecek başka bir soru: Peki, Batı Hıristiyanlığı’ndaki felsefenin çıkış kaynağı nedir?

Batı Hıristiyanlığının oluşturduğu felsefe, Theologia: Tanrıbilim temellidir. Yani, yine bizde, Tanzimat Döneminde “Theologia” sözcüğünü karşılamak için uydurulan bir sözcük: “İlahiy(y)at”, İlahiyatın sorunlarından yola çıkan bir felsefe, bugünkü Batı Felsefesi’nin aslıdır.

Ben, Fıkıh ve Theologia arasındaki ayrımı, Tanzimat döneminde bu ayrımın nasıl yok edildiğini, nasıl ortaçağlaştırıldığımızı, “Denizdeki Kırlangıç” adlı deneysel anlatının ikinci bölümünde gösterdim. Sözünü ettiğim deneysel anlatının henüz tamamlanmasa da birinci ve ikinci bölümünün 2007’de yayımlandığını söyleyerek, tasavvufa ve mutasavvıf şairlere geri döneyim.

Tanzimat ya da Cumhuriyet döneminde, Fuad Köprülü örneğinde olduğu gibi, tasavvufla ya da mutasavvıf şairlerle uğraşılmasının asıl nedeni, Alman İdealizmi içinden ortaya çıkan Romantik Okulu’n temel ilkelerine uygun bir tarih anlayışını yerleştirmektir. Romantik Okul’un temel ilkelerinden birisi Doğu-Batı; Orient-Okzident ayrımıdır. Batı; akıldır, Doğu; akıl dışıdır ya da Şinasi’den bu yana simgeleştirilen biçimiyle, Batı; akıl, Doğu; kalp… İşte bu “ayrım”dan, differenz’ten yola çıkan Tanzimat, her ikisini birleştirmek peşinde koştu ve Osmanlı’yı yıktı. Bir daha söylüyorum: Osmanlı’yı yıkan ve bugün bize okul kitaplarında işte bu kahraman olarak öğretilen kimlikler ve kişiliklerdir. Cumhuriyet, bu akıl-kalp ayrımından yalnızca “akıl” kısmına yönlenme gibi gösterilse de yine yanlış. Niye yanlış? Çünkü Tanzimatçılar bu ayrımlandırmayı, Almanca yazan doğubilimcilerden ve onların Fransa’daki şakirtlerinden “kulaklarına fısıldama” yoluyla öğrendiler. Kuşkusuz ben de çocukluğumda, “kulaktan kulağa” oyunu oynadığımdan biliyorum. İlk kişinin söylediği sözcükle, son söyleyen kişinin söylediği sözcük, kesinlikle birbirini tutmaz. Bu Doğu-Batı ya da akıl-kalp ayrımında da böyle bir tutarsızlık var.

Batı Roma Katolik Kilisesi, bizdeki Mutezile Okulu’na çok benzer. Başlangıcından 18. yüzyıla kadar mutlak akıl peşinde koşmuştu. Immanuel Kant, bu mutlak akılcılığı yıktı ve akıl değil, Bewusstsein; şuur, bilinç temelli bir felsefe oluşturdu. İşte Kant’tan sonra gelen herkes; Schopenhauer, Hegel, Marx. Bergson ve diğerleri, bilinç merkezli bir felsefeden yola çıkar. Bizim eskilerin ilmu’n Nefs dediği psychologie de yine bu bilinç merkezli felsefenin eseridir. Öyleyse Şinasi’den bu yana hiç bıkmadan tekrar edilen bu ayrımı da Batı-Bilinç ve Doğu-Bilinç dışı diye düzeltmemiz gerekir. Ancak bu düzelmeden de görebileceğimiz gibi şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Batı Hıristiyanlığını, akıl âlemi, kendisini akıl dışı ya da kalp êlemi olarak tanımlayanlar tam bir masal alemi içinde yaşıyor ve Ortaçağlaşarak mutezile edebiyatına, Ortaçağ’a dönüyor. İşte bu Ortaçağlaşmış zihniyet ve bu zihniyetin içinden yetişmiş insanların Batı Hıristiyanlığındaki ve bizdeki 18. yüzyıla kadar var olan düşünsel gelişimi ve birikimi kavraması ve bugünü de içine alacak biçimde inşa etmesi, imkansıza yakındır. Tanzimat ve Cumhuriyet dönemi Türk Edebiyatı, bu imkansızlığın içinden doğmuş bir edebiyattır. Ben de bu edebiyatın imkansızlıkların içinde ve içinden doğmuş bir insanım. Ancak ben yine, Lemaat çevirmeni Saffet Yetkin’in bir hadisi açıklarken söylediği “Karanlık, mümkünlerin imkanlarıdır” cümlesini biraz daha genişletip değiştirerek“İmkansızlıklar (karanlıklar), mümkünlerin imkanlarıdır”diyen bir insanım. Dinamik Kaos, bu önermenin şiir diline çevrilmişidir.

Yunus Emre ya da Şeyh Galip, onlar için kurulmuş bir oyuncak… Onları önemsemek değil de onları Edebiyat Tarihi’nin önüne yerleştirip önemser görünürken “Bakın işte Osmanlı’yı tasavvuf kurdu, Osmanlı akıl dışı bir âlem; Doğu. Ne iyi oldu da Batı’yı bulduk, aklımız başımıza geldi”diyebilmenin gerekçesi… Daha doğrusu, yarım yamalak da olsa Hıristiyan Romantizmi’ni Müslümanlaştırmak, Türkçeleştirmek… Tanzimatçılar, Hıristiyan Romantizmi’ni Arapça, Farsça sözcük kökleri ve ekleriyle Müslümanlaştırdı. Cumhuriyet ise Arapça kök ve ekleri Türkçeleştirdi. Aferin onlara! Ancak ben şu anda üslup bağlamında Şeyh Galip, Koca Ragıp Paşa, “hukuk felsefesi” temelli şiir derken bütün bunları da açıklamak zorunda kaldım ve konu biraz dağıldı. Ben yine asıl konuya; şiirime, şiiri anlayışıma örneklik edebilecek şairlere geri döneyim.

Koca Ragıp Paşa’yla hemen hemen aynı yıllarda eski İran şairlerinden Hayyam’ı da özgün metinlerinden, yani Farsça, kendi dilinden okuyup incelediğimde de neden eskilerin ona Hâkim/Bilge dediklerini anladım. Çünkü o da Koca Ragıp Paşa gibi hukuk felsefesi kaynaklı bir şiirin peşindeydi ve bu tarz bir şiirin özgün örneklerini vermişti. Kuşkusuz benim Dünya Edebiyatını incelemem Almanya’da da sürdü. Eski ve yeni Arap ve İran şairlerini orada da yeniden daha derinlemesine ve farklı yorumlarla anlatan ve anlamaya çalışan hocalardan ders dinledim. Hakîm Hayyam’a da bu arada tekrar döndüm ve benim kendiyle ilgili ilk fikrimde yanılmadığımı anladım.

Hayyam ve Koca Ragıp Paşa’nın şiir diline 20. yüzyılda yakın ve komşu iki şair vardı; Fransa’da René Char ve İran’da Ahmed Şamlu… Birincisini yine Türkiye’deki üniversite yıllarımda önce Tahsin Saraç çevirisinden okudum. İkincisine de ilk, Almanya’daki Üniversite kütüphanesinde, Farsça-İngilizce dergileri öylesine karıştırırken rastladım. Şimdi onların ikisi de aramızda değil. René Char 1988 yılında Paris’te, Ahmed Şamlu ya da diğer adıyla A. Bamdad, Tahran’da öldü. Bense 21. yüzyılda, 2006’da Türkiye’ye döndüm ve yaşıyorum.

Olay kurmak ve kurgulamak düz mantığın, düzyazının işidir.

·       Bir olayın şiirinize konu olabilmesi için illa o olayı yaşamanız gerekir mi, yoksa etrafınızda yaşanan ya da hayal dünyanızda kurguladığınız bir olay da şiirinize konu olabilir mi?

 

Ben, şiirde kurgusal ya da yaşanmış bir olaydan yola çıkmam. Olay kurmak ve kurgulamak düz mantığın, düzyazının işidir. Kısaca ben “olay şiiri” değil, olayların önünü ve arkasını gösteren şiirler yazıyorum. Olay şiiri, Tanzimat ve Cumhuriyet şairlerinin işidir. Bugünkü Batı Hıristiyanlığının edebiyatında da bizim eski edebiyatımızda da şiir, olaylarla inşa edilmez. Konuları olaylaştırmak, gazetecinin romancının, öykücünün işidir. Bugün ilk Türk Modernleşmesi başlığı altında incelenen Tanzimat dönemi, aslında bir Ortaçağlaşma Tarihi’nin başlangıcı. Cumhuriyet, İkinci Tanzimat’tır. Cumhuriyet, Tanzimat dönemine zeyl/ek. Dolayısıyla bu ek döneme değil, Tanzimat Dönemi’ne, köke bakmak zorundayız. Tanzimat’la birlikte, hukuk felsefesine dayalı bir dil inşasından kopuş, gazetecilik edebiyatıyla inşa edilecek yeni bir dile geçiş başladı. Çünkü bugünkü ve o günkü o yeni dili oluşturanlar gazeteciydi. Bunlar aynı zamanda şiir yazıyor, olaylarla uğraşıyor, olaylarla konuşuyordu. Bir başka deyişle ancak olaylarla düşünebilen bir zihniyet kurgusu meydana getirdiler. Oysa her şeyi olaylarla anlatma ve algılatma felsefeye terstir, şiire terstir. İnsan düşüncesinin doğal gelişimine ve evrensel konumuna terstir. Dolayısıyla bu türlü bir dilin kurduğu zihniyet, ortaçağlaşmayı da beraberinde getirmiştir.

Ben bunu ayrıntılarıyla “Olay ve Akıl” adlı makalemde anlatmayı denedim. O makaleyi, yukarıda da dediğim gibi, kolayca ulaşabilirsiniz. Gerçekten bu sorunun doğru karşılığını arıyorsanız o makaleyi okumalısınız.

·       “Genellikle pek çok şair benim yazdığım şiirleri benden daha güzel kimse okuyamaz” gibi bir fikre sahip. Sizin böyle bir iddianız var mı?

Siz bir şarkı bestelersiniz ama sesiniz kötüyse kendi bestenizi iyi okuyamazsınız. Bu, hiçbir zaman sizin o şarkıyı kötü bestelediğiniz anlamına gelmez. İşte şiir de böyledir. Siz bir şiir yazarsınız. Ama yazdığınız şiiri seslendirebilecek onu doğru okuyabilecek bir eğitimden geçmemişseniz ya da şiiri seslendirmeye uygun bir gırtlak yapınız yoksa, yine bu, siz kötü şiir yazıyorsunuz demek değildir. Sizin yalnızca sesiniz o metni ya da şarkıyı okumaya elverişli değildir. Kısaca, bir şairin şiirini, başka birisi, hem de şair olmayan başka birisi, şairinden çok daha güzel okuyabilir. Çünkü okuyuculuk, ses icracılığı, ayrı bir sanat dalıdır.