‘Kültür Felsefesi’ Kategorisi için Arşiv

Yahya Kemal, “Ufuklar” şiirini şöyle bitirir:

Yaşıyan her fânî

Yaşıyan rûh özler,

Her sıkıldıkça arar,

Dar hayâtında ya dost ufku, ya cânan ufku.[1]

“Yaşayan” sözcüğü Yahya Kemal’in kendi şiir imlası dolayısıyla “yaşıyan” biçiminde yazılmıştır. Bir başka deyişle şair, Türkçe söyleyiş daha canlı kılınsın diye böyle bir imla kullanmış olmalı. Ancak ben burada kimseye şiir dersi verecek değilim. Herkes şiiri kendince anlasın, anlamlandırsın. Ben dosttan, dostluktan bahsetme vesilesiyle Yahya Kemal’in bu şiirine yeniden döndüm. Çünkü bana göre de dostluk kavramı bir bütün olarak ufuk sözcüğüyle özetlenebilir. Şairin yukarıda da belirttiği gibi insanın hayatı dardır. Daha açıkçası insan ömrü, zaman ve mekânla sınırlı. İşte insanın cânan/sevgili ve dost dediği kimseler, insanı ve insan ruhunu bu dar sınırların içinde hapsolmaktan kurtarır, onu büyük hedeflere kanatlandırır. Büyük hedefleri, herkes bilir. Ama o hedeflere ulaşmak için aşk, cesaret ve bilgi gerekli. İşte dost ya da sevgili, insana aşk, cesaret ve bilgi veren kimsedir. Bilgi derken elbette daha çok kişinin kalbini, zihnini ve aynı zamanda bedenini de teskin edebilecek bir bilinç bilgisinden, eskilerin deyimiyle “marifet ve hikmet”ten bahsediyorum. İşte Kemal, kendi diliyle bu büyük hedeflere “ufuklar” demiş ancak ufukları/büyük hedefleri tanımlamayı insanın kendisine bırakmıştır. Çünkü ufuklar/büyük hedefler çeşitlidir. Üstelik onlar insandan insana değişir. Dahası insana bu ufukları/ büyük hedefleri gösteren ya da onlara ulaşmasını sağlayanlar da bu sevgili ya da dost dediğimiz ya da öyle bildiğimiz kimselerdir. Kısaca dost ya da sevgili insanın ufkunu açar, onun gönlünü ve zihnini kanatlandırır. Eğer siz böyle kişilerden mahrumsanız bugüne kadar ne gerçek bir sevgiliniz ne de gerçek bir dostunuz olmuş demektir. Dolayısıyla ufkunuz da yok ve başkalarına  ufuk değil de gece karanlığı olacaksınız. Eyvah!

“Ufuklar” şiirinin başında, şair bu ufku olmayanlara, ruhu daralmışlara, içleri açılır umuduyla doğada gezinmeyi önermektedir:

Rûh ufuksuz yaşayamaz.

Dağlar ufkunda mehâbet,

Ova ufkunda huzûr,

Deniz ufkunda tesellî duyulur.

Yalnız onlarda bulur rûh ezeli lezzetini.[2]

Doğa da içindeki yeryüzü şekilleriyle ufuklara; son sınır çizgilerine ayrılmıştır. Dağların ufkunun bittiği yerde ova, ova ufkunun bittiği yerde deniz vardır. Kemal için deniz sözcüğü kimi zaman buradaki gibi gerçek bir deniz, yeryüzündeki bir coğrafya parçasıdır, kimi zaman da ebediyet ikliminin/sonsuzluk evreninin kendisidir. Şaire göre ölüm de bir ufuktur, başka bir âleme kanat çırpıştır. Kemal’in bir şiirinin adı da olan “Sessiz Gemi”: Tabut, insanı bu “başka ve öteki” âleme taşır. Ancak bu başka ve öteki âlemin sınırları meçhuldür/belirsizdir. Kişi nereye götürüldüğünü de bilemez. İnsanlar / cenaze cemaati, bir diğer insanı son yolculuğuna uğurlarken tabutu omuzlarına alır. Müslümanlar bu taşıma işlemi sırasında sessiz sedasızdır ve sürekli yer değiştirir. Bu sürekli yer değiştiren omuzlar üzerinde ilerleme, denizin dalgalanmasına benzer. Denizde nasıl gemi dalgaların üzerinde gidiyorsa burada da tabut, dalgaların, yani insan omuzlarının üzerinde sonsuz, sınırları belirsiz bir âleme doğru akar. Liman yani mezar, ölünün sonsuzluğa uğurlandığı tek ve en son durak. Mezarın başında toplanmış kalabalık da dostlarını ya da sevgilisini uğurlamak için limanda bir araya gelmiş insan kitlesine benzer. İşte bu kitle sonsuzluk yolculuğuna çıkmış dostlarını ya da sevgililerini uğurlamaya gelmiştir. Ama bu onlar için sevinçli bir uğurlama, vedalaşma töreni de değildir. Onlar, dostlarının ya da sevgililerinin bir daha asla geri dönemeyeceğini bilmektedir. Dolayısıyla: “Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli”[3]dir.

Yahya Kemal için doğa, içindeki coğrafi şekilleriyle sınırları belli ve kesindir. Dolayısıyla bu coğrafya şekillerinin ufku/son sınırları da insan ruhunu yalnızca avutmaya yarar. İnsan ruhu, geldiği asıl âlemi, sonsuzluğu özler. Coğrafyaya, belli bir su ve toprak parçasına hapsedilmiş olarak yaşamak, insanı bunaltır ve o insan hep kendi ötesinde bir başka âlem peşindedir:

Bu ufuklar avutur rûhu saatlerce, fakat

Bir zaman sonra derinden duyulur yalnızlık.

Ruh arar kendine bir rûh ufku.[4]

Yahya Kemal’e göre “ruh ufku” zaman ve mekânla sınırlı bu dünyanın dışındadır. Bu dünyada ancak dost ve sevgili, insana bir başka âlemi hatırlatır. İnsan bu dost ve sevgili ufkundan bakarak içinde yaşadığımız dünyayı anlamlandırmaktadır. Şair için ruh ufukları sırasıyla: peygamberler, annesi, dost ve canan/sevgili. Ancak Yahya Kemal’e göre anlamlandırma, çoğunlukla hatırlama anlamındadır. O sözgelimi “Ufuklar” şiirinin devamında geçmişe dönüp annesine bakar ve bir başka dünyayı; ölüm ufkunu hatırlar:

Annemin na’şını gördümdü;

Bakıyorken bana sâbit ve donuk gözlerle,

Acıdan çıldıracaktım.

Aradan elli dokuz yıl geçti.

Âh o sâbit bakış el’an yaradır kalbimde.

O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler

Ne kadar engin ufuklardı bana;

Teneşir tahtası üstünde o gün,

Bakmaz olmuştular artık bu bizim dünyâya.[5]

Düşünce tarihi de aslında bir ufuklar tarihidir. Bunu bir ülkeyle sınırlandıralım ve adına Türkiye Düşünce Tarihi diyelim. Yahya Kemal’in de içinde yer aldığı bu ülkenin son iki yüz yılında (Osmanlı Türkiyesi’nde ve Türkiye Cumhuriyeti’nde) çeşitli dostlarımız ve sevdiklerimiz oldu. İşte o dostlar ve sevgililer bir araya gelerek bizim ruh ufkumuzu, zihinsel maceramızı oluşturdu. Yine iki yüz yıldan beri Türkiye aynı sorunları tartışıyor: Azınlıklar sorunu, Batılılaşma, Kürt-Türk sorunu, İttihat ve Terakki Cemiyeti (Jeunes-Turcs/Jön Türkler, Genç Osmanlılar ve bugünkü adıyla Ergenekon), etnik milliyetçilik (eski adıyla asabiyet), siyasetin dışarıya bağımlılığı, Balkanlar ve Kafkaslar, kültür milliyetçiliği, dil,  din-devlet ilişkisi, anayasa reformu, milli eğitim ve öğretim reformu, yüksek okul reformu (bu son ikisi eski adıyla maarif meselesi), çevre ülkeler ve Avrupa devletleri (Amerika’yı da işin içine katarsak daha geniş anlamda Batı Hristiyanlığı) arasındaki denge, askeri vesayet meselesi vb. İlk çıkan gazeteden bugünkü gazetelere kadarki bir taramayla aslında bu yukarıdaki sorunların durup dinlenmeden tartışıldığını ve bu sorunlara getirilen her çözüm önerisinin uygulamada sorunları devam ettirdiğini gösterecektir. Neden? Belki de son iki yüzyıllık düşünce tarihimizin ufukları, son sınırları yalancı, sanal ve yapay.  İki yüz yıldan beri ufuk diye bize gösterilen yere ulaştığımızda, oranın bir ufuk değil serap olduğunu gördük. Susuzluğumuzu dindirmek için yeni seraplar bulduk ve oyalandık. Gerçekte son iki yüzyıllık düşünce tarihimiz, bir ideolojiler tarihidir. Bir başka deyişle yaklaşık on beş yıl önce bir derginin şiir soruşturmasına verdiğim cevaptaki: “Bizde Tanzimat’la birlikte yavaş yavaş tasavvufun yerini alan ideoloji(ler) eğitmiştir insanları. Dolayısıyla sanatçıları da. Yine felsefe bizde ideolojik düşünce olarak anlaşılmıştır”[6] cümleleri bu düşünce tarihinin çok kısa bir özeti. Oysa düşünce, ideoloji değil felsefe kaynaklıdır. Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük’le birlikte “Batı Avrupa Düşünce Tarihi” ve “18. Yüzyıla Kadarki Osmanlı Düşünce Tarihi” de –alımlanabildiği ve anlaşılabildiği kadarıyla–  yeni bir  “medeniyet kurma” iddiasıyla yeniden harmanlanınca ortaya Osmanlı Medeniyeti, Türklük Medeniyeti, İslam Medeniyeti gibi aslında kendi içinde karma büyük düşünce kalıpları (büyük mefkûreler/idealler) ortaya çıkmıştır. Aslında bu ideolojiler iki yüz yıldan beri bize çok yerli görünse de 18. yüzyıl Batı Hıristiyanlığı’nda ortaya çıkan Alman İdealizmi ve bu idealizmin Romantik Okul adı altında ortaya attığı düşünsel temeller üzerinde yükselmektedir. Bir başka deyişle Batıcılık, “Medeniyet kuruyoruz yaygarasıyla” ortaya çıkan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük’ün genel toplamıdır. Bunların hepsi “Batılılaşma ve Batıcılık”ın ayrı bir parçası. Kuşkusuz Batı ve Doğu ayrımı da romantik dönemde ortaya çıkmıştır. Batı Hristiyanlığı’nın bu ayrımla ilgili gerekçeleri vardır. Medeniyet tezi de yine Romantik Okul kökenlidir. Bizimkiler (Bu “bizimkiler” deyişi de biraz yadırgatıcı. Çünkü bu topraklarda “biz” duygusu Tanzimat’la birlikte parçalanmıştır.) bu ve benzeri tezleri ve gerekçeleri alarak yerlileştirmeye çalışır. Durum bugün de pek farklı değil. Dolayısıyla sunulan çözüm önerileri de bizi bir ufka değil eninde sonunda bir seraba taşıyor.

Yine bu serabın dili “Türkiye Türkçesi” gazetecilik dilinden ortaya çıkar. Tanzimat yazar ve şairleri çoğunlukla gazetecidir. Aynı zamanda devlet memuru olan bu gazeteciler, bu memuriyet ideolojilerini, geniş kitlelere benimsetmek için gazeteyi bir medium/aracı olarak kullanır. Genellikle her şeyi olaylaştırarak bir roman ya da hikâye gibi anlattıklarından bugüne kadar evrilerek gelen bu gazetecilik dilinden bilim ya da felsefe dili çıkarmak da oldukça zor. Buna bir de Türkiye’de bilim ve felsefenin bu dile özenip onu taklit etmek “bir köşede yazar olmak” hayaliyle yanıp tutuştuğunu eklersek bu zorluğun, imkânsıza yakın bir zorluk olduğunu kolayca anlarız.

Ne var ki –daha önceki birkaç yazımda da belirttiğim gibi– Batı Hristiyanlığı’nın bugünkü felsefe dili Theologia/İlahiyat, bizdeki felsefe dili ise fıkıh/hukuk kaynaklı. Tanzimatçılar, yeni bir dil, yeni bir medeniyet kurma düşüncesiyle gazeteciliği ve gazeteciliğin dil anlatımını mutlaklaştırdıklarından bugün ne kendimizdeki ne de kendimizin dışındaki felsefe kavramlarını anlayabiliyoruz. Sonuçta her iki dünyanın felsefe kavramları da bir ideolojiye dönüştürülerek “ancak” anlatılabiliyor. Kuşkusuz kavramlar, bağlamından koparıldığı için de asıl sorunları tartışamıyoruz. Asıl sorunlarımızın ne olduğunu bilmiyoruz. Daha doğrusu ideolojilerin, bizim bu yerli felsefelerimizin ve yerli filozoflarımızın/gazetecilerimizin dışındaki dünyayı da yanlış algılıyoruz. Devlet de iki yüz yıldan beri bu yanlış algılamayla kurumsallaşmanın ya da kurumsallaşamamanın genel adıdır. Devlet ve millet ayrımı da, mağduriyet edebiyatı da (acıların çocuğu olma hali) bu bir türlü devletleşememenin doğal ürünü. Burada mutlaka birileri önce acıların çocuğu olmak yani mağdur edilmek daha sonra da iktidara geldiğinde başkalarını acıların çocuğu haline sokmak onları mağdur etmek zorundadır. Aksi takdirde iktidar olunmaz ya da en azından iktidar olunamayacağı düşünülür. Böylece taraflar, mağdur olanlar ve olmayanlar, acıların çocuğu olanlar ve olmayanlar, devleti ele geçirenler ve geçiremeyenler ayrımından hareketle, konumlarını belirledikleri bir oyunu bilerek ya da bilmeyerek sürdürmektedirler. Dahası her ne kadar bu oyun yerli gibi gözükse de bu yerlilik “mekân”la sınırlıdır. Daha açıkçası oyun, adına Türkiye denen coğrafya sahnesinde oynandığı için yerli gibi gözükmektedir. Ancak oyuncuların sahne içinde bir oyuncakçı dükkânından yangından mal kaçırırcasına aldıkları, hayır önce sen kullandın, ben kullandım kavgasına tutuştukları oyuncakları, yani sözcükleri ve kavramları Batı Hristiyanlığı’ndan ya doğrudan alınmış ya da devşirilmiştir.

Oyuncakçı amcaları yani Batı Hristiyanlığı onlara “evrensel değerler” adı altında bir takım oyuncak sözcükler vermiştir. Örneğin bunlardan biri, belki de en önemlisi “demokrasi”. Siyasiler bu sözcüğü tartışırlarken şöyle derler: “Benim partim gelince demokrasi gelecek. Demokrasiyi biz getireceğiz.” İktidar partisi ise her zaman demokratik olduğunu ve demokrasiyi kendilerinin getirdiğini ve koruduğunu söyler. Yani iktidar partisine göre demokrasi elan/günümüzde mevcuttur. Dahası kendilerinden başkasını demokrasi düşmanı ilan eder. Yine hatırlayalım. Bu ülkede ordunun darbe gerekçesi hep aynıdır: Demokrasiyi getirmek. Gazeteler ve daha geniş anlamda kitle iletişim araçları da binlerce olayla süsleyerek bu “demokrasi” meselesini tartışır. Kimin daha demokrat, kimin diktatör, yani demokrasiyi ülkeden kovan, kovalayan kişi olduğu konuşulur. Bu öyle yüzlerce ağzın bir anda konuşması gibidir. Bu yüzden insanın kulakları kanayabilir, zihni bozulabilir. Hatta bu yüzden oyuncakçı amcaya/Batı Hristiyanlığı’na kızılabilir. Ancak en büyük suçlu, Batı Hristiyanlığı’nın yüzyıllar boyu evrimleşerek getirdiği zihniyetin temel kavramlarını kendi oyuncaklarıymışçasına sahiplenen, Batı Hristiyanlığı’nın geçirdiği zihinsel evrimi ve bununla birlikte kazandığı birikimi doğrudan irdelemeyi, incelemeyi bırakıp Batı Hristiyanlığı’nı oyuncakçı amca, onun sözcüklerini/kavramlarını da ancak oyuncak olarak kavrayabilen zihinlerdir. Bu zihinler, aslında gerçek insanın değil Tanzimat döneminde devleti kurtaracağım diye ortaya çıkmış ve Osmanlı Devletini batırmış ideolojilerin temsilcisidir. Bunlar savaş döneminde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla hepsi savaş ideolojisidir. Kimi zaman “Batı” adını verdikleri oyuncakçı amcalarıyla, o savaş biterse kendileriyle savaşırlar. O savaş biterse meclisten kanun çıkararak “insan”la savaşa tutuşurlar. Mesele aslında hep aynıdır. Devleti sen ele geçirdin, ben ele geçiremedim. Hayır, sen demokrasiyi kaçırdın, hatta bu ülkede hiç demokrasi olmadı, bu ülkeye demokrasi hiç gelmedi, ayak basmadı, ben getireceğim! Belki de demokrasi buraya hiç gelmemiştir, gelmeyecektir de. Bir talih kuşu mu, bir sirk hayvanı mı, bir panayır maymunu mu ya da gümrükten geçirilmesi yasak bir madde mi yoksa herkesin peşinden koştuğu ama bir türlü yakalayamadığı bir tür masal kuşu mu demokrasi? Tartışılmaktadır.

İşte bu tartışma zihin dışı, kavram dışı, dolayısıyla “saçma” bir tartışmadır/konuşmadır. O, bu haliyle Samuel Beckett’ın yazdığı bir oyunun: “Godot’yu Beklerken’in bir parçası gibidir. Bizde siyasilerin ve onların etrafında İsa’nın havarisi gibi kümelenmiş ideolojik gazetecilik dili –ki aynı zamanda devlet dili– “saçma”nın, “abuk subukluk”un, “düşünce dışılık”ın demokrasi bağlamında en güzel örneklerini vermiştir. Tıpkı Godot’yu Beklerken’de olduğu gibi Godot ya da demokrasi hiçbir zaman gelmez, onun ne olduğu hiçbir zaman bilinmez, Ama sürekli o gelecektir diye onun hakkında konuşulur. Hatta o gelsin diye insanı bıktırana ve bunaltana kadar kuramlar, kanunlar, görüşler icat edilir, filimler çekilir, şiirler, romanlar, öyküler yazılır. Kuran’dan ve hadisten kanıt gösterilir. Gözyaşı dökülür. Yine Beckett’ın oyununda yalnızca iki başkişi/başoyuncu, –onlar da işsiz güçsüz serseri/soytarı kılığında– konuşur. Bizde de istenirse bu iki başoyuncunun: Tanzimatçılar ve Cumhuriyetçiler; İlericiler ve Gericiler; Laikler ve Dinciler; Gelenekçiler ve Yenilikçiler; Batıcılar ve Doğucular diye adlandırılabileceğini belirterek söz konusu oyunun son bir özelliğine, oyunun tuhaf adına da kısaca değinelim. Neden Samuel Beckett, Godot’nun kim ve ne olduğunu hiçbir zaman söylemese de bu oyununa Godot’yu Beklerlen adını vermiştir? Çünkü Beckett iki dilli bir yazardır. Hem Fransızca hem de İngilizce, kimi zaman da bu iki dilin imkânlarını kullanarak yazar. Tıpkı burada “Godot’u Beklerken’de olduğu gibi: O, söz konusu oyunu önce Fransızca yazmış (1949). Yine oyun, Fransızca sahnelenmiş (1953). Beckett, bazı değişikliklerle bu oyununu 1954’te İngilizceye çevirmiştir. Ancak Beckett’in bu oyununun adı aslında kısmen İngilizcedir, Daha doğrusu oyunun kendisi Fransızca olsa da adı bir parça İngilizceyi andırır. Çünkü İngilizcede “God/Tanrı” ve “ot” da Fransızcada bir küçültme eki. Böylece Beckett,  Godot’la  “tanrıcık” anlamında yeni bir sözcük uydurur. Kuşkusuz, Godot adı için başka açıklamalar varsa da en uygunu bu olmalı. Çünkü oyunun iki baş kişisinden Vladimir, sürekli İncil’den cümleler okuyarak Godot’nun beklenildiğinden dem vurur. Diğeri, Estragon ise Godot’yu sürekli unutur ve bulunduğu yerden ayrılmak ister. İşte bu Godot bir bakıma Hristiyanların ve Müslümanların gelmesini birlikte beklediği İsa-Mesih’e de uyar. Ancak Hristiyanlığa daha fazla kuşkusuz. Hristiyanlıkta İsa, Tanrı’dır ve onu, dünyanın sonunda yeryüzüne Tanrı yeniden gelecektir diye beklemek temel inançlardan birisi. Bu “Tanrı’nın geleceğine” inanmazsanız dinden çıkarsınız. İslamiyet’te –en azından Ehl-i Sünnet’te– İsa-Mesih Tanrı değil, peygamberdir ve dünyanın sonunda gelecektir, denir. Ancak bu “temel inanç esaslarından” değil. İnansanız da olur, inanmasanız da. Bizim buradan bu din sorunundan çıkaracağımız, Beckett’ın oyununda ister istemez bu “inananlar ve inanmayanlar taifesini” de anıştırdığıdır. Bir başka deyişle sahnede sürekli İncil’den konuşan imanlı Vladimir ve sürekli Godot’yu unutan imansız Estragon vardır. İşte bu işsiz güçsüz serseri kılığındaki bu iki adam aslında çok ciddi ve önemli şeylerden söz ediyor gibi görünseler de özde kavramsız konuşmayı denemektedirler. Oysa, kavramsız konuşma insanın değil, Tanrı’nın dilidir. O konuşma ancak gönderdiği peygamberlerle kavramlara, insanın diline çevrilebilmiştir. Dolayısıyla Beckett burada hem Tanrı’nın yerine konuştuğunu var sayan kiliseyi, hem de sözde bu kiliseye karşı çıkıp yeni bir mutlak /metafizik dil peşinde koşan kilise karşıtlarını, insana yeryüzü cennetleri, saadet zincirleri bahşedenleri, dolayısıyla ikide bir buldukları o yeni Tanrı: “Halk” adına karar verdiğini ve konuştuğunu varsayan, dinin/kilisenin yerine geçen ideolojileri ve ideolojik devlet dilini de eleştirir. Daha doğrusu bu işin imkânsızlığını, saçmalığını göstermeyi amaçlar. “Cumhuriyet devri ideolojisinin ‘İlericilik-Gericilik’, ‘Batıcılık-Doğuculuk’, ‘Laiklik-Yobazlık’ kavramları içine sokuşturduğu soyut ve aldatıcı bir düşünce tarzı”[7] da bu kavramsız konuşmayı denemenin, Tanrı’yı ıslıklamanın kötü bir kopyasıdır.  Bu konuşmanın mutlak dil peşinde koşanlara bilmem ama bu ülkedeki “ideoloji”den değil “gerçek”ten insanlarına hiçbir yararı olmamıştır ve olmayacaktır da.

[1] (Beyatlı), Yahya Kemal, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay., İstanbul, 1988, s. 89.
[2] a.g.e., s. 88.
[3] a.g.e., s. 83.
[4] a.g.e., s. 88.
[5] a.g.e., s. 89.
[6] “Atiker, Mustafa, “Şiir Memurları”, Lodos / İki Aylık Şiir Seçkisi, Sayı: 1, (Şubat-Mart 1998), s. 15.
[7] Hilav, Selahattin, Felsefe Yazıları, (4. Baskı), Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2008, s. 91.

KÜLTÜR FAŞİZMİ II

Yayınlandı: 21 Eylül 2011 / Genel, Kültür Felsefesi

MUSTAFA ATİKER

Mihály Mukácsy – „Christus vor Pilatus“, 1881

Resim: Mihály Mukácsy-„Christus vor Pilatus“, 1881 (İsa, Pilatus’un huzurunda)

Bize ilk insanların mağaralarda yaşadığı öğretilmişti. Bu görüş ne kadar tutarlı? Somut bulgulara mı dayanıyor? Doğru bir karşılık bulmak zor. Çünkü soru, milyonlarca yıl öncesine ait bir öngörü. Bugün için bilinmesi olanaksıza yakın ya da tam ve kesin bir yargıya varamıyoruz bu konuda. Ama niçin bu kadar önemli ilk insanların mağarada yaşaması? İlle de neden mağaradan başlatılıyor insan hayatı? Kurcalayalım. Anlayacağız. Bu öngörüye temel oluşturan olgu. İlk hıristiyanlık tarihi. Roma İmparatorluğu’nun takibatı, korkunç işkence ve katliamları, hıristiyan cemaatlerini gizli bir yeraltı örgütüne dönüştürecekti. Bu örgüt üyeleri de genellikle mağaralarda yaşardı. Daha doğrusu mağaralarda yaşamak zorunda kalmıştı. Üç yüz yıl sürmüştür bu durum. işte bu dünyanın en büyük yeraltı örgütü, sonradan, kilise adını alır. Sonra derken, Sezar Konstantin’in hıristiyanlığı resmen tanımasından sonra (M.S. 313). Sezar Konstantin başkanlığı ve yönetiminde İznik’te bir araya gelir örgüt yöneticileri, bir başka deyişle yeryüzüne çıkar (M.S. 325).

Hıristiyanlığın ik dönemi, insanlığın ilk dönemiyse, ilk insanlık da ilk hıristiyanlık demekse ilk insan mağaradan yola çıkmak zorunda. Bu mağara-insan konusuna eski yunanca metinlerde de rastlanır. Sözgelimi Platon’un Sokrat’tan aktardığı bir konuşmada. Ancak bu ve buna benzer mağara-insan ilişkisinin bir benzeti olduğu da açık. Benzetiler/mecazlar da bir sözle bir çok şeyi anlatmak için kullanılan söz sanatlarından. Eski Yunan ve Latin dünyasında hiç kimse ilk insanın mağarada yaşadığını söylememiştir. Çok daha sonra, 18. yüzyıldadır bu türlü bir öngörünün salt hıristiyanlık değil tüm dünya tarihine bir başlangıç noktası olarak sokulması. Özellikle Fransız Aydınlanma Edebiyatı’nda, Ortaçağ’ın, karanlık çağı anıştırması da yine bu “mağaradan çıkış” öngörüsüne göbekten bağlı. Aydınlanma Çağı: Zeitalter der Aufklaerung/Age of Enlightenment/Siècle des Lumières gibi bir adlandırmaların kendisi de.

Üç yüzyıllık mağara geçmişiyle yeryüzüne zor uyum sağlamıştır Hıristiyanlık. Uyumsuzluk bugün de sürüyor. Şöyle denebilir ileride: “Gökyüzünde yeni bir gezegen arayışı biraz da bu yüzden. Belki taşınırız da kurtuluruz bu yeryüzünden. Pek rahat edememedik biz orada. Atalarımız yeryüzünü bir mağara zannederek yaşadılar, bize de gökyüzü kaldı. Yeryüzünde gökyüzündeymişçesine yaşadık ama olmadı. Görüyorsunuz uzayda yeni bir gezegen bulduk. Oraya taşındık.” Güle güle. Uğurlar olsun herkese. Ben de bu konuda umutluyum. Dilerim yeni bir gezegen bulunup hıristiyanlık oraya taşınır. Yoksa bütün dinler ve toplumlar yakında sürekli savaş tehdidi altında, mağaralarda yaşamağa başlayacağız. Yer altında sığınak kazmakla geçecek ömrümüz. Belki de kendi mezarlarımızı kazacağız. Aydınlanmış hıristiyanlık da bu işten pek kazançlı çıkacağa benzemiyor. Yeniden kilisenin eline düşmek var. Bence kaçınılmaz bir son bu. Yüzlerce yıllık deneyimiyle kilise, mağarada yaşama koşullarını ve bu koşullar içinde nasıl en iyi yaşanabileceğini bilen büyük bir örgüt yeryüzünde. Yeryüzüne çıkıldığında yine bir karışıklık yaşanacak. Ama olsun. Diğer dinler de en azından mağaradan çıkmış olacak. Ortaçağlaşacak. Aydınlanacak.

MUSTAFA ATİKER

İnsanları biçimleyen kültürler farklı olabilir. Ancak bu “farklılık”tan yola çıkarak kültürlerin uzlaşılmaz karşıtlıklardan oluştuğunu söylemek bizi kültür faşizmine götürecektir. Örneğin bir ırkın diğerine üstünlüğü kuramının İkinci Dünya Savaşıyla birlikte uygulama alanında geçersizliği kanıtlanmıştır. Bügün ırkçılık her fırsatta lanetlenmektedir. Ancak bugün daha büyük ve moda deyimiyle “global/küresel” bir tehlikeyle karşı karşıyayız: Avrupa kültürünün diğer kültürlere üstünlüğü düşüncesi. Bir kültürün başka kültürler karşısında üstünlük iddiası da ırkçılıkla aynı kapıya çıkar. Ancak bu kez biçimsel bir değişiklikle ırk yerine kültür geçmiş, ancak iddianın içeriğindeki temel anlam değişmemiştir. Üstelik eskiden bir ırkın diğerlerine egemenliği savunulurken bugün alan farklı ırkları da içine alacak biçimde genişletilmektedir.

hitler1.jpgSiz Amerika’da herhangi bir kimsenin “Wir sind Europeaer” (Biz Avrupalıyız) dediğini duydunuz mu? Üstelik Amerika da Avrupa kültürünün bir parçasıdır. Ama burada sıkça işitilen bu cümle aslında çoğulcu kültüre karşı samimiyetsizliğin de en temel göstergesidir. Alman kültürü yerine geçirilen bu tarihsel abartı “Leitkultur”un Avrupa olduğunu belirtmektedir. Ancak yine aynı tarihsel abartı Almanya’nın Avrupa kültürünün bir parçası değil de tek başına bütününü temsil etmek istediği gibi bir kanıya yol açıyor. Dün Almanya’da, belirli bir grubun önderliğinde, bu tek başına bütünü belirlemek tutkusu, faşist ideolojiye dönüşmüşse, bugün de Leitkultur adı altında Avrupa kültürünün içinde ve dışında yer alan diğerlerine karşı aynı ideolojik dönüşüme mental/zihni temel oluşturmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Dahası bu tanımlama “diğerleri” ayracıyla tanımlanan kültürleri, sözgelimi İslam kültürünü her zaman karşıtı görme alışkanlığını da sürdürmeğe neden olabilir.

Almanya’da İslam’ı benimsemiş Almanlar/mühtediler ya da İslam toplumunun herhangi bir parçası durumundaki göç kuşakları, düşünsel evrilmelerinin başına “biz Avrupalı müslümanlarız” lafını eklediğinde iş bitmiş demektir aslında. Yani romantik kültür ırkçılığı bizim aramızda da hortlatılmış ve inananlar Asyalı, Afrikalı, Avrupalı biçiminde bölündüğünden ırkçı düşüncenin düşünsel kalıplarıyla konuşmuş olacağız. Bu, Arap İslamı, Türk İslamı, Fars İslamı gibi deyimlerin, Asyalı müslüman, Afrikalı müslüman, Avrupalı müslüman deyimleriyle yer değiştirmesi demektir. Oysa tıpkı herhangi bir ırka üstünlük atfedip, onu öne alıp putlaştırmak gibi bu ya da şu coğrafya parçasına öncelik atfetmek de bir hastalıktır. Çünkü bizim “aidiyetimizi” konumlandırdığımız/ikame ettiğimiz yer en başta ve en sonda insani değil ilahi bağlamdır. Soy ya da coğrafya bu bağlam içine yerleştirilmesi gereken bir öğe/unsur.Yıllardan beri her fırsatta İslam’a Arap kültürü deyip tepinenlerin havasına uyarak Avrupa İslamı gibi bir anlayış aramak, kurtuluşumuzu da doğrudan Avrupalı olmakta aramak gibi yanlış bir kabullenmeyi de birlikte getirecektir. Oysa asıl sorun her yerde üstün olana (Avrupa) teslimiyet değildir. “Avrupalı ol, kurtul” mantığı acziyetin, şaşkınlığın, aşırı salak ve asalak bir aklın ifadesidir. Bu akıl Osmanlı Devletinin çöküşünden bu yana zaten İslam toplumlarına egemen resmi ideolojilerin asıl tezidir.

Asıl sorun bu tarzda; verbal/sözel/şifahi anlamda Avrupalılaşmak değil, bugün ortak olduğu varsayılan bir kültürü anlamaktır. Bir başka deyişle Avrupa’nın ortak bir kültür üslûbunun varlığı da tartışmalıdır. Biz öncelikle bize benimsetilen ve kendimize ait olmayan doğrulardan kurtulmalıyız. Sözgelimi Osmanlı, Avrupa kültürü derken Fransa’yı alımlamıştır. Bu yüzden o dönemin aydınları Fransızca bilir. Günümüzde Amerika, Fransa’nın yerine geçtiğinden herkes İngilizce’yi tek seçenek olarak görüyor. Yine aydınlarımız o dönemde Avrupa’yı Fransızca’dan bugün de İngilizce’den okuyor. Ancak bu okumaların hiç birisi dün olduğu gibi, bugün de bizi kıyı ülke ve kıyı insan konumunda bırakmaktan kurtaramıyor. Çünkü geçmişte Fransa’ya, bugün Amerika’ya yönelişimiz aslında siyasi bir tercihtir. Oysa kültürün kendisi siyasi bir tercih değildir. Daha derinde, siyasi tercihlerini kendi oluşturduğu inanç sisteminden çıkaran bir dünya görüşüdür.

Editörün Notu: Bu yazı, 2000 yılında Almanya’da doğan Leitkultur tartışmaları dolayısıyla yazılmıştır.

marx

MUSTAFA ATİKER

Doğubilim: Şarkiyât/Orientalistik/Orientalism, Hıristiyan Romantizminin temel kaynaklarından. İslam toplumlarını „Doğu” imgesi altında bütün bilinç formlarıyla birlikte: Sanat, ahlak, hukuk, tarih, dil, siyaset, ekonomi vb. araştırmak diye de daha genel bir tanımlamaya çıkılabilir. Yeni Türk Edebiyatı da bu bağlamda doğrudan İslam bilgi ve bilinç formlarından türetilmiş ve tarihsel süreğiyle varolabilen toplumsal bir dönüşümün ötesinde değil bu tarafında kurulmuştur. Bu tarafa „Batı” diğer tarafa „Doğu” denebilir mi? Ya da geçmişimizi Doğu geleceğimizi Batı diyebileceğimiz bir oluş bütünü içinde -kuramsal ve uygulamalı bir harita çizerek- değerlendirebilir miyiz?

Genellikle böyle bir harita çizilebileceği görüşü yaygındır. Osmanlı devletinin çöküşü sonrasında yaşananlar da bu görüşü pekiştirmekten öteye gidemez. Dünün şark meselesi, bugünün İslam ülkeleri deyimi de bir zihniyet ayrımını imliyor. Bir yanda Amerika ve Avrupa „Batı” adı altında ortak bir bütünlüğün ilk kısmını, İslam ülkeleri de bu bütünlüğün ikinci kısmını. Sovyetler Birliği’ndeki dönüşümle de bu ikili sınıflama daha bir belirginleşti. Türklere verilen görev de aşağı yukarı eskisi gibi. Doğu’ya örnek olmak. Biz bu bağlamda ya Türkleri birleştiririz ya da Müslümanları. Bizim aramızdan hiç kimse bugüne kadar, Osmanlı dışında, Batı’yı birleştirmek sevdasına kapılmadı. Doğu halklarını birleştiririz biz… Biz Asyalıyızdır da… Hani Karl Marx bile ayraç açmış. Özel bir yerde değerlendirmiş biz Asyalıları yani Doğuluları: Asya Tipi Üretim Tarzı.

Karl Marx bir doğubilimci değildir. Arapça, Farsça ya da Osmanlı Türkçesini öğrenmek gibi bir çabası da hiç olmadı. İleri yaşlarda Rusça’ya merak saldığını biliyoruz. O da Puşkin’i özgün metinlerinden okuyabilmek için. Alman idealizminin dört ortak özelliği belirgin Marx’da da.1- Şiir tutkusu. 2- Avrupa’yı bir bütün olarak görmek. 3- Hümanizm 4-Romantizm.

Geçmişte Alman filozofları iyi şiir okuyucusuydu. Sözgelimi Schopenhauer, İngiliz ve Fransız edebiyatından işine gelen şiirleri cımbızla ayıklar gibi seçerek düşüncelerini açımlamakta kullanmıştır. Nietzsche, felsefede Schopenhauer’ın çırağıdır. Ustasını geçtiği tek yer, oluşturduğu düşünce üslûbu. Felsefenin kaynaklarını edebiyatla açıklayan ilk ve son düşünür. Heidegger, René Char’ı yorumlamıştır. İncil yorumlama bilimini edebiyata uygulayınca yeni bir eleştiri yöntemi ortaya çıkar: Hermeneutik yani bizdeki karşılığıyla tefsir: Kur’an yorumlama bilimi. Kısaca, Marx’ın şiire merakı diğerlerinin yanında çok masumca.

İnsan ne zaman olgunlaşır? Yunan ve Latin Edebiyatı okuyunca. Çünkü insanlığın olgunluk çağı, Yunan-Roma (M.Ö 500-M.S.500) dönemiyle başlar. Karl Marx da diğerleri gibi Yunanca ve Latince eser okuyarak olgunlaşmıştır. Düşünsel dayanaklarının temeli, Yunan-Roma döneminde sorunsallaştırılır. Bir anlamda buna, “tarihsel yoğaltım yöntemi” de denebilir. Bu bağlamda „Tarih, ideal devlete ilerleyiştir. (Kant)”; „Tarih, dünya mahkemesidir. (Schiller)”; Tarih, tam yol ilerleyen ahlaktır. (Marx)

Karl Marx’a göre tarih, ezenlerin ve ezilenlerin öyküsüdür. İncil’se hep ezilenlerin acı çekenlerin öyküleriyle dolu. Ezenleri, acı çektirtenleri de anlattığı için Leibniz’den çok daha başarılı. Leibniz, Teodizee/Adl-i İlahi başlığı altında yalnızca “Niye acı çekiyoruz?”u sorgulayabilmiştir.

Hümanizm derken, Hıristiyanlık genellikle bağlam dışında bırakılır. Oysa hümanizmin kaynağı Hıristiyanlığın kendisidir. Yunan ve Roma dönemine dönüş Hıristiyanlığın çizdiği büyük bir metinde yarım kalmış cümleleri ya da boşlukları doldurma girişimidir. İncil’de „Tanrı, insan oldu” der ve Tanrı’nın bu dünyada nasıl olduğunu anlatır. Hümanizm Hegel’in deyimiyle tersine bir oluştur ve „İnsan, Tanrı oldu” der ve bu oluşun koşullarını „Tarih” başlığı altında kuramsallaştırır. Bu bağlamda N. Fazıl Kısakürek’in „Yunan felsefesi, Roma hukuku, Hıristiyan ahlakı” Batı’nın temellerini değil, yalnızca hümanizmin temellerini tanımlamak için kullanılabilir. Osmanlının çöküşüyle birlikte önerilen çözümler de bu anlamda bir fikir siyasetidir. Bu fikir siyasetleri, Doğu başlığı altında Batı’yı tersinden tanımlama ve alımlama hareketidir.

Hümanizm, tarihi oluşu tanımlarken Tanrı’nın yerine insanı geçirmiştir ve insanî oluşu anlatmaktadır ama acı çeken İsa, Tanrı-insan imgesinden Tanrı’yı atarak. Ortaya da romantik tarih görüşü çıkmış ve oluşturduğu yeni imgeye deha adını vermiştir. Bunun pratik yararı da Hıristiyan olmayan dehalardan boşlukları doldururken yararlanmak. Sözgelimi Buda, Hz. Muhammed, Firdevsi ve benzeri kişilikler, dönemin Hıristiyan dünyasında ancak bu biçimde yer alabilirdi.

Tarih, acı çekerek olgunlaşan bir dehanın eseridir. Acı çekmesinin nedeni, maskeli olarak aramızda bulunmasıdır. Tanrı’nın insanın etine kemiğine bürünmesi, onu sonsuzluğun dışında sınırlandırmıştır. Hz. İsa’nın bu biçimde alımlanması, insanın hem kendi oluşunu hem de Tanrı oluşunu temellendirmektedir: Üstüninsan/Übermensch. Ancak Marx’a göre insanüstü olan insan değil toplumdur. İnsan oluşu da belirleyen bilinç (düşünce) değildir. Tam tersine bilinci belirleyen, toplumsal oluştur. İnsan iradesinin ( bilincinin ) bilgisi dışında, zorunlu üretim ilişkileri biçiminde ortaya çıkan toplumsal koşullara bağlıdır düşünce hayatının her türlü biçimi. Öyleyse biz inandıklarımızı uygulamıyoruz. Biz, toplumun inandıklarını uyguluyoruz. Düşünce hayatının her türlü biçimi; din, hukuk, felsefe, sanat ve benzeri alanların her biri, bize bir toplumun hangi ilkeler üstüne kurulduğunu gösterir: Überbau/Üstyapı. Bir temelin üstüne kurulmuş bina/yapı işte bu ilkelerin bütününe denir. Bir başka deyişle, toplum dediğimiz varlığın yüzüne geçirilmiş maske. Toplumun kendisi Basis/temeli oluşturur. Biz kendimize bakarken bir maskeye bakıyoruz. Toplum yüzüne geçirdiği maskeleri sıyırarak daha doğrusu yırtarak öz kimliğine kavuşur. Daha doğrusu ilk kimliğine, tanrısal masumiyetine geri döner. Devrim, bu geri dönüş için zorunlu maske yırtma işlemidir. Toplum, tanrısal masumiyetinde nasıldı? diye sormak hiç günah işlemeyen bir toplum var mıdır? sorusuyla eş anlamlı. İncil’e göre insanlık tarihi dünyada günahla, Tanrı’ya karşı işlenmiş bir suçla başlar. Adem ve Havva, bu ilk topluluk suç işledikleri için yeryüzüne atılmıştır. Öyleyse dünya tarihi de suçlu oluşların tarihidir. Suç işlemeyen tarih dışıdır; adına Tanrı da, insan da deha da toplum da desek. Tanrı da bu dünyaya, insanların suçlarını yüklenmek için gelmiştir. Çarmıha gerilerek insanlığı tarihinin başlangıcı olan ilk suçtan kurtarmıştır ve gökyüzüne geri çekilerek tarih dışı kalmıştır.

Karl Marx da aynı söylenceyi, toplum ve üretim ilişkileri bağlamında açımlar. İlk toplum nasıl bir toplumdu? Ezen ve ezilenin olmadığı bir toplum. Az gelişmiş üretim araçlarına sahip olduğu için herkesin birbirine muhtaç olduğu ve birbirine sımsıkı bağlandığı bir toplum. Hayatta kalmak için ortak üretim ve ortak mülkiyet ön koşuluna bağlı bir toplum. Çıkar çatışmalarının, sınıf adı altında örgütlü insan birliklerine dönüşemediği bu toplum, tarih dışıdır. Asıl tarih, bir çatışmayla bir suçla, bu ilk toplumun ötesinde Yunan-Roma dönemindeki köleler ve efendiler, mülklüler ve mülksüzler olarak bölünen kullaşma toplumunda başlamıştır.

Eğer Marx “Ben, size İncil’i anlatıyorum” dese, kimse inanmazdı. “Ben, tarihi anlatıyorum” dediğinden tutarlı bulunmuştur. Ama bu tarih, İlk Hıristiyanlığın yayılma tarihidir. Hz. İsa’nın öğretisini benimseyenler de ne Yahudilerdir ne de Romalılar. Romalı köleler, bu geniş kitleler arasında yayılmıştır Hıristiyanlık. Romalı soylu yönetici sınıfla çatışanlar da bu kölelerdir. Soylu olamayanlar da zaten yönetici olamıyordu. Köleler, kendi aralarında örgütlü birlikler oluşturmuş ve bu her bir birliğe “commune/cemaat” adı verilmiştir. Hıristiyanlığın Asr-ı Saadet devridir. Her alanda yardımlaşma ve dayanışmaya bağlı, çıkar çatışmalarının güç birliğine dönüştüğü bu cemaatler, aralarına Romalıları da alıp büyüyecek ve Roma ileride Hıristiyanlaşacaktır. Karl Marx da sınıfsız toplum adı altında, bu ilk topluma dönüşü temellendiren öğretisine“Kommunismus/Cemaatçilik” adını verir.

Bugün Almanca ve Fransızca’da “Kommune/Commune” eski kullanım alanından pek uzaklaşmış da değil. Yerel yönetim, bir başka deyişle belediye ve belediye örgütü „Kommune/Commune” anlamında. Ünlü “Fransız Komün’ü/La Commune de Paris” de gerçi Paris Belediye Meclisi’nin, Paris varoşlarına kadar sokulmuş Almanya’ya ve Versailles’a kaçmış merkezi idareye karşı 72 günlük isyan ve direnişinin öyküsü.[i]

Marx için işçi sınıfının ilk ve özerk kıyamıdır Paris komünü. “Fransa’daki İç Savaş” yine Marx’ın aynı konuya ilişkin uzun irdelemelerini içerir ve Modern İşçi Hareketi’ni, Paris Komünü’yle temellendirmekte. Asıl soru : Modern İşçi Hareketleri’nin kökeninin nerede ve neyle? temellendirildiği. Tarihe ilişkin bu soruya da Engels «İlk Hıristiyanlığın/Asr-ı Saâdetin Tarihi Hakkında» (Zur Geschichte des Urchristentums ) adlı makalesinde tutarlı karşılıklar aramaktadır.

engels

Söz konusu makale 1894 yılında, «Yeni Zaman»/Die Neue Zeit adlı yayın organında 19 Haziran ve 16 Temmuz tarihleri arasında yayımlanmıştır. Makalenin ilk paragrafını olduğu gibi Türkçe’ye aktarıyorum:

«İlk Hıristiyanlığın/Asr-ı Saadet’in tarihi, Modern İşçi Hareketi’ne ilginç tutamak noktaları sunmaktadır. Hıristiyanlık, bunun gibi (Modern İşçi Hareketi gibi) kökeninde, baskı altına alınanların/ezilenlerin hareketidir: O ilk önce kölelerin ve azatlı kölelerin, yoksulların, hakları olmayanların (Engels’in kullandığı sözcük: Rechtlose. Roma Hukukundaki Servus sözcüğünü bu biçimde Almanca’ya aktarıyor. Servus, hukuki bağlamda hiç bir hakkı olmayan, bir eşya gibi algılanan, alınıp satılabilen köle insan anlamında), Roma tarafından ezilen ve parçalanan milletlerin (halkların: Völker) dini olarak ortaya çıkmıştır. Her ikisi, İşçi Sosyalizmi gibi Hıristiyanlık da ruhun, kulluk ve sefaletten kurtuluşunun/Erlösung yakın olduğunu vazetmektedir. Hıristiyanlık, bu ruh kurtuluşunu: Erlösung ölümden sonraki bir öteki taraftaki hayata, gökyüzünün içine, Sosyalizm bu dünyaya, toplumun yapısal değişikliğinin içine yerleştirir. Her ikisi de takibata uğramış, (kendisine karşı) kışkırtılmış, bağlıları dışlanmış, birinciler insan soyunun düşmanları, diğerleri imparatorluk düşmanları, din, aile ve toplumsal düzenin düşmanları olarak sıkıyönetim kanunları altına alınmış. Ancak işte bütün bu takibata rağmen, ki her ikisi de durdurulamaz bir biçimde, bu takibatla bir anlamda daha da güçlenerek zaferle ileriye doğru atılmaktadır. Hıristiyanlık, ortaya çıkışından üç yüz yıl sonra Roma Dünya İmparatorluğu’nun resmi/onaylanmış devlet dinidir ve Sosyalizm de daha atmış yılını bile doldurmadan kendisine, kesin zafer vadeden bir mevki fethetmiştir.»

Engels, makalesindeki üçüncü paragrafının son kısmını da şöyle bitirir:

(…) Ernest Renan daha «Zihninizde, İlk Hıristiyan cemaatlerinin nasıl oluştuğunu canlandırmak mı istiyorsunuz? Öyleyse Uluslararası İşçi Kuruluşu’nun yerel bir örgütüne bakınız» demeden önce, devrimci Fransız komünistleri, ad vermek gerekirse, Weitling ve yandaşları, kendilerini İlk Hıristiyanlığa/Asr-ı Saâdet’e dayandırır.”

Engels için asıl sorun, Hıristiyanlığın, Asrı Saâdet’teki özünden uzaklaştırılmasıydı. Söz konusu makalede de bu sorunu metinsel düzlemde tartışmaya açar ve ilginç örneklendirmelere giderek Sosyalizmin, dolayısıyla Hıristiyanlığın, Asr-ı Saâdet’teki toplum yapısına göre biçimlendirilmesi gerektiğini vurgular. Bu arada vahiy metinlerinin de tahrif edildiğini/bozulduğunu belirtir. Engels göre bugün Roma Katolik Kilisesi’nin benimsediği inanç ilkeleri, Asr-ı Saâdet Hıristiyanlığının inanç ilkeleriyle örtüşmez. Kabalacılık, mucize, simya ve her türlü batıl inancın karıştırıldığı bugünkü Hıristiyanlık, şarlatanlıktan başka bir şey değildir kısaca.

Engels, Sosyalizm’i tarih içinde İlk Hıristiyanlığa/Asr-ı Saâdet’e dönüş hareketi olarak açıkladığı makâlesinin birinci dip notunu da Hıristiyanlık ve İslam’ı karşılaştırmaya ayırır. Engels’e göre, Hıristiyan Batı’daki halk ayaklanmalarında dini örtüye bürünme, yalnızca eskimiş iktisadi düzene karşı saldırıda sancak ve maske olarak hizmet eder. Bu eski düzen sonunda yıkılır ve yerine yenisi gelir. Böylece dünya ileriye gider. Oysa, İslam’da böyle bir ileriye gidiş, doğası gereği olanaksızdır. Bir kere İslam, Doğululara özgü ve Araplara özel bir dindir. Bir tarafta göçebe bedeviler, diğer tarafta esnaf ve ticaretle uğraşan şehirliler vardır. Bedeviler yoksuldur, sefalet içinde yaşadıklarından ahlak kurallarına sımsıkı bağlıdır da. Hırs ve hasetle bakmaktadırlar şehirlilerin zenginliklerine ve yaşadığı zevklere. Bedeviler, bir peygamberin, bir mehdinin sancağı altında bu bozulmuşları terbiye etmek ve törensel kanunlara saygıyı sağlamak, gerçek imanı yeniden kurmak ve ödül olarak bozulmuşların servetini iç etmek için toplanırlar. Yüzyıllar sonra da doğal olarak bozulmuşların olduğu yerde, aynı yerde durmaktadır bedeviler: Yeni bir iman arınması gereklidir, yeni bir mehdi ortaya çıkar ve bu oyun yeni baştan oynanır.


[i] La Commune de Paris, du 26 mars 1871 jusçu’à la «semaine sanglante» (21 – 28 mai), désigne une période révolutionnaire à Paris, çui, contre le gouvernement, établit une organisation communiste comme chef de la ville. Dans plusieurs autres villes de France (Marseille, Lyon, Saint-Etienne, Toulouse, Narbonne, Grenoble, Limoges) des communes sont proclamées à partir du 3 mars 1871, mais elles seront toutes rapidement réprimées. Pour Karl Marx, c’est la première insurrection prolétarienne autonome.