İDEOLOJİK YAZILAR I: MODERN BİLİNÇ VE TRENDEKİ YOLCULUK

Yayınlandı: 24 Eylül 2011 / Edebiyat Eleştirisi, Kitap Değerlendirme: (Reviews / Rezensionen)
Etiketler:

MUSTAFA ATİKER

„Çağdaş insanın inanç aygıtlarını ve araçlarını değiştirse de inanmalarını değiştir(e)mediğini fark ettim. Seçenekleri konumlandıran biziz. Bu yüzden ebedi saplantılarımız var. Bütün bir insanlık evreninin çıkmazında korku ağaçlarına tırmanarak kendiliğimizi haykıran sesleri yarın tanıyabilecek miyiz? Anlamadan birbirimize doğru o kadar çok konuşuyoruz ki. O gün farklar ortadan kaybolduğunda adımızı da unutacağız… Biz gerçekte edindiğimiz deneyimlerle de boğuşuyoruz. Denediklerini değer yargısı haline getiren mutlu, umutlu insanlardan değil, yaşadıklarını anlamak isteyen bir avuç insandan,  mutsuz bir azınlıktan söz ediyorum.“[i]

İşte bu mutsuz azınlığın bilinç birikimine  -ülkedeki eleştirel koşullar elverdiği ölçüde-bir ilk katkı „bulduğu çözümleriyle değil sorduğu soruların bağlamıyla“ Yahya Düzenli’den geldi diyeceğim. Evet ilklerimizden olması nedeniyle. Neyin ilki bu, bir başlangıcın ilki mi? Hayır, saptamamızda „hayat evrenimizin ekseni“ nitelemesiyle başa gelebilecek ilk karşılıklardan biri: Modern Bilinç ve Trendeki Yolculuk“. Her zaman varolan bir ilk, bir başka deyişle yazarın sorunsal olarak geliştirdiği söylem: Kant’tan bu yana gerçekliğin işlevsel doğa yanıyla tek taraflı tanınmasına karşı -ki gerçekliğin sürekli işlevselllikle özdeşleştirilmesi Tanzimat ve Cumhuriyet kültürünün en temel kimliğidir ve bu kimlik sayesinde tarihsel doku parçalanarak siyasi modifikationların  / kipleştirmelerin dışına asla taşamayacak bilgi, günlük hayatımızda hem form hem de norm oluşturmuştur- bir barikat kurma girişimidir.

Yazarın denemelerindeki duygu tekniği yolculuk. Bir anlamda bu dünyadaki kalımsızlığımıza gönderme var. Ama bu kalımsızlığın „bir trende“ demirden bir araçta sürdürülmesi ne kadar anlamlı. Ya da neden tren? Sonra Türkiye’de tren hala herkesin rağbet ettiği yaygın bir ulaşım aracı olamamışsa. Bir „tren“ formatında batılılaşamamışsak. Çünkü trenin avrupada kullanımı daha bir yaygındır. Bizdeki otobüslerin yerini tutar tren ve herkes trene biner. Dolayısıyla Düzenli’nin denemelerinde asıl imgelenmek istenenen de bu. Avrupa kültürünün bütünü „tren“ sözcüğüyle özetleniyor. Her ne kadar batılı bir yazarın ağzından tren imgesinin altında bütün bir kültür eleştirisinin boyutları „doğa ve doğallık“(Natur, natürlichkeit) kavramlarından yola  çıkılarak „gövdesel gerçeklik“(die körperliche Wirklichkeit) sınırlarına dayansa da. Yani Spinoza’nın düşünceleri tekrar edilerek „aydınlanmacılığın güzel yüzü“ne tükürülse de[ii]. Düzenli  çok tutmuş Lenk’in modernizme karşıtlığını. Adeta, işte çıkış noktam asıl burası dercesine  „tren(ler)i sper ve sphere alarak“ yazdığı denemesinin adını kitap başlığına da taşımış. „Modern Bilinç ve Trendeki Yolculuk demiş“. Çünkü Elisabeth Lenk’e göre: „Modern bilinç tren yolculuğu sırasında doğmuştur[iii].“

Ben burada Düzenli’nin çağrışımlarla yazdığını söyleyeceğim hemen.Yani tren imgesinTanzimatla belirginleşip Cumhuriyetle yerleşen temel kimliğine; positivizmin resmi ideoloji olarak benimsenişine gönderme var. Bu tek ideolojinin modernlik adı altındaki uygulamalı dili sorgulanıyor bir bakıma. Yoksa batı felsefesinin kendi içindeki sistem tartışmaları pek ilgilendirmiyor yazarı. Kendi deyimiyle „pek o kadar derinlere inmiyor.[iv]“ yazarımız.

İşte bu çağrışımlarla yüklü yazılarında ilk bakışta birbirinden apayrı düşünceleri ve farklı dilleri konuşanların ayrıcalıklarına aldırmamış Düzenli. Aynı yerde konuşturmayı denemiş: Türkiyeli positivizme karşı düşünsel barikatini kuşatan „Direnç hattında“. Sözgelimi Bertolt Brecht ve Rene Guenon Türkiye’de bu güne kadar farklı seçeneklerin adamı(?) olarak alımlanırken „Tarihin Dehlizinde[v]“ yanyana. Varolan açık saldırıya-ideolojik kipleştirmelerin dışına çıkamayarak adı ne olursa olsun aslında Post-kolonyalizme hizmet sektörü haline getirilmiş bilgiye-   karşı yanyana konuşabiliyor. Ne modernizm ne postmodernizm postkolanyalizmdir aslında Tanzimat’tan bu yana yaşadığımız demeye getiriyor yazar“Değişim Fetişizmi Üzerine“de. açıkça: „Çağdaşlık, yenilik, ilerleme, modernlik ve değişim gibi kavramların kavranmadığını yalnızca „bir tür moda“ olararak kullanıldığını belirtirken[vi].

Bu çeşit bir bilgi kipini yazarın „saldırı“ sözcüğüyle birlikte telaffuz etmesi bazılarına abartlı gelebilir. Ancak modernizmi dolayısıyla sürekli batıyı alımlama dönemine girmiş bir ülkenin bugüne kadar de iure „eşikte“ kalış bilmecesi de facto çözümlenemeden tıpkı yazarın…“her gün yepyeni tekniklerele yürütülen ve artık hayatın kensini hedef aldığını apaçık ortaya koymaktan çekinmeyen bir saldırı ile (bizi) karşı karşıya….[vii]“ bırakacak bir fütühat stratejisine dönüşmüşse. Her ne kadar yazar bu fütühat stratejisini tümden modernizmin asal davranışı olarak imgelese de ben konuyu yazarın olaylara Türkiye’den baktığını da düşünerek bize getirmek istiyorum.  Çünkü tarihsel bağlamından dolayı sürekli siyaseten çapkın „bir gözü şarkta“ „bir gözü garpta“ yaşayan bir masal devinin sonunda önce reaya sonra teba ve şimdi de vatandaşıyla birlikte şaşı olmasına şaşırmak istemiyorsak kurguyu doğru konumlandırmak zorundayız.

Batı karşısında, daha açık bir anlatımla, avrupa kültürü yörüngesinde yer belirleme bugüne kadar „ileri ve geri“ nitelemesiyle çoğaltılan siyasi bir tekerleme biçiminde sunulmuştur kamuoyuna. Yani çizgisel ve kalıplaşmış / steorotyp değerler bütünü olarak algılanmıştır Avrupa. Buna bağlı olarak daha ötede Türkiye’deki siyasi ve toplumsal hayatın ilkeleri de „batılı, çağdaş ve ileri“ nitelemeleriyle kurgulanan bir oyun alanıdır. Avrupa bir hârikalar diyarıdır, keşif ve icatlar ülkesidir, orada her şey mümkündür. Kuşkusuz Avrupa ve Avrupa kültürünü bu tarzda anlama, ancak binbir gece masallarının bozuk kopyalarıyla dünyayı yorumlamaya ve onaylamağa kalkışan şark kafasının işidir. Türkiyedeki iktidar ya da iktidar adayı odakların bir türlü biçimselliği aşamayan çağdaşlaşma ve ilerleme tekliflerinin son durağı „Teknik ve Teknoloji“ alımından ibaretttir. Yani Türkiye her alanda tüketicidir, yalnızca teknoloji bağlamında düşünülmemeli bu. Tam tersine „Teknik ve Teknoloji“ biçimine dönüştürülerek alımlanan avrupalı düşünsel ve toplumsal değerler pazarı kurulmuştur Türkiyede. Avrupalı olmayan ama avrupalı olduğu savıyla onanmak isteyenler kendilerini geçmişte modern bugün postmodern ilan etmiş ya da ettirmiştir. Oysa Türkiye Avrupa’daki koşulları oluştur(a)madığından yalnızca kuramsal düzlemde, şifahen „batıcı, batılı, çağdaş ve ileri“dir. Yine bugün Türkiye’de „çağdaş ve ileri bir uygarlık“ yaratma sevdasına düşenler Tanzimattan Cumhuriyete fikri ve maddi kredilerle beslenmiş ama bir türlü o hayali ülkeye ulaşamamış, yalnızca borçlarını artırmıştır. Kısaca taşıma su ile değirmen dönmemiştir.

Kitabın içindeki denemelerin tamamına yakını taşıma su ile dönen değirmenlerin öyküsü.„Tüfek icat oldu ya da homo plastikus“tan „Yeni Bir Urba: Bilgi toplumu“, „Değişiyor muyuz yoksa yabancılaşıyor muyuz?“, „Dünya Sistemi Küreselleşirken“ ve bir başka deneme „Gladyatör Haline mi Getirildik?’e kadar değişik portreler gelip hep aynı çerçeveye oturuyor:Aydınlanırken yabancılaşmağa.

Kuşkusuz burada aydınların görevi ideolojik-bürokratik ölçütleri aşamayacağından, daha doğrusu işlevsellik, ideolojik-bürokratik aydın tipini yarattığından kültürü alımlama da çift katlı bir yabancılaşmaya dönüşmüştür.

Bu çift katlı yabancılamaşmanın birinci katı, Cemil Meriç’in düşüncelerine de dayanılarak „Protezli Aydınlar’da işlenmiş: „Müstemleke aydını..Üretmeyen, tüketen, kendi uygarlığına, coğrafyasına, tarihine ait olmayanı zorla dikteye ve yapıştırmaya kalkan, kalkıştıkça da marjinalleşen aydın tipi..En belirgin ve önemli özelliği yabancılaşmış olması..Yabancılaşmak onun ayırıcı vasfı.[viii]“ Yani dönmeyen değirmenleri dönüyor gösterme görevi yüklenmiştir bu aydınlara.

İkinci kat aydınlanmacılığın kendi ikilemi;  doğaya egemen olma savıyla insanın kendine yabancılaşması. Çünkü bilinç insanın kendi kendini taklit ediş durumudur. Klasikleştirerek söyleyelim: El insanu bizatihi mukallidun binefsihi.

İşte kitabtaki en büyük eksiklik de bu. Bilinç tanımlanmadan aydınlanmacılığın temelleri; modern bilinç / Türkiye’de alımlanan şekliyle positivizm  ve yabancılaşma, eleştirilmeğe çalışılmış. Bu yüzden Düzenli de eleştirdiği aydın tipine yaklaşıyor. Aşağıdan yukarıya değil yukarıdan aşağıya bakarak okuma eğilimi sürekli bir kuşbakışı batı kültürü anlayışına yol açmış kısaca. Çünkü çoğunlukla postmodern kiplerle oluşturulmuş bir düşünsel birikim konuşturuluyor. Üstelik çeviri metinler kullanılıp çevirmenlerin kimliği ve alıntılan eserler belirtilmediğinden bu kuşbakışı, yazarı çok  kolay ve pauschal / götürü sonuçlara da ulaştırabiliyor.

Sözgelimi Düzenli, „ İnsanın çaresiz yalnızlığı üzerine“ adlı denemesinde  modern toplumdaki çıkış yollarının „çıkmaz bir sokak“ta „tüketim toplumunda“ kesişmesinin temel nedenini saptıyor: „..Kendisini eşya ile kuşatılmış bir dünyaya sıkıştırdı[ix]“ derken. Ancak bu sıkışmanın „bu dünyaya kendi içsel özünü katamadı. Metafizik ve ahlakı dışladı[x]“ yargısıyla açıklaması oldukça yanıltıcı. Çünkü eylem de içsel bir özdür ama bu özün kültüre katılma biçimi farklıdır. Yine bu farklılık dolayısıyla ayrı bir metafizik ve ahlak gelişmiştir modern toplumda. Bir başka deyişle yazarın dıştaladığı olumsuzladığı bir metafizik ve ahlak anlayışıdır sorun. Yoksa modern toplum metafizik ve ahlak anlayışından yoksundur anlamına gelmemeli bu olgu.

Eninde sonunda modernizmin ardından postmodernizm de olumsuzlanarak „bumerang[xi]“ tanımıyla bir lanetlemeye dönüşüyor yazarın sloganvari  söyleminde. Eleştiri diyemeyeceğim çünkü eleştiri slagonlarla yazılmaz. Her ne kadar Karl Marks yerine J.P. Sartre kullanılsa da türkiyedeki ideolojik anlatım geleneğinin doğal bir uzantısıdır „Sartre haklı: „Kurban ve cellat tek biçim alıyor: Kendimiz. Bu rollerden birinden kaçınmak için ötekini benimsemek gerekiyor[xii]“ demek. Yani bal gibi işlevselciliğin sokaktaki deyimiyle iş bitiriciliğin  kuyusuna düşmüş Düzenli tam burada. Kitabın sonuna alınmış bu deneme postmodernizmin işaret taşlarıyla örülmüşken-bu kurgusal özellik kitabın tümü için geçerli; Feyerabend, Deleuze, Schopenhauer, Nietzsche, Heideger, Sartre, Fouchoult, Horkheimer gibi sık sık modernizme karşı dirençleriyle tanıklıklarına başvurulan düşünürler-, birden yokumsanıyor. Şimdi hem postmodern düşünürlerin modernizm eleştirilerine yer verip arkasından da postmodernizmi lânetlemek okuyucunun epey kafasını karıştıracak.

Bu kafa karışıklığından dolayı, Düzenli’nin denemelerindeki slagonlaşma eğilimine, protest[xiii] deyip bir kenara koymak da yanlış bir değerlendirme olacak bence. Çünkü Düzenli’de protesto niteliğine bürünen daha çok „muasır medeniyet seviyesini“, tek bir  seviye; positivizm ve uygarlık olarak algılama ve alımlama çabası. Kendisi de „bu protest tavırlara bakalım: Spengler, Feyerabend..Oldukça köklü, ciddi ve tutarlı eleştiriler getirmişlerdir Uygarlık ve Positiv Bilime[xiv]“ derken vurguluyor asıl sorunun bu olduğunu.

Kitap çıkarabildiğim kadarıyla özellikle 1980 sonrası çevirilerinden seçilmiş alıntılardan oluşmuş. Rene Guenon, Seyyid Hüseyin Nasr, Garaudy gibi müslüman düşünürlerle postmodern çizgiye yerleştirilmiş Popper, Kuhn, Lyotard ve benzerlerinin birlikte yazarın diliyle „tarihe tanıklık“ olsun diye gösterilirken  resmi ideoloji haline gelmiş positivist bilim ve felsefe anlayışları sorgulanıyor. Çünkü 1980 sonrası müslüman kimliğiyle işlevsel aydınlamacılığa karşı çıkanların kuşatmayı yarmak yerine kuşatmayı daha geniş bir kuşatmayla sarmak yolunu seçtiğini gözlemliyoruz. Daha açıkçası işlevselci aydınlanmacılar gibi onlar da avrupalı felsefe birikimini çevirilerle aktarmayı deniyor.

Ama bu  bir karşı aydınlamaya ek ve destek amaçlı alternativ bir girişim. İşte bu„alternativ tercüme faaliyetlerinin en önemli sonuçlarından biri, müslüman entelijansiyanın postmodernizmi keşfetmesi ve bu keşfe bağlı olarak Türkiye’de yüz elli yıldır dayatılan modernizmin otopsi masasına yatırılmasıdır.1980’lerin sonları ve 90’lar, Türkiye’nin Popper, Kuhn, Foucaoult, Habermas, Lyotard, Chomsky gibi, bilimi ve modernizmi ciddi bir biçimde sorgulayan düşünürlerle tanıştığı yıllar olmuş, Rene Guenon, Seyyid Hüseyin Nasr, Garaudy gibi, bilimi İslami açıdan sorgulayan düşünce adamlarının çizdiği yönde düşünceler üretilmiştir. Müslüman entelijansiyanın (dolayısıyla Necip Fazıl Kısakürek’i Cumhuriyet tarihinin manevi geleneğinde mihrak şahsiyet olarak kabul eden Yahya Düzenli’nin de[xv])   postmodernizme gösterdiği ilginin temel sebebi, seküler bir dünya yaratma projesinin iflas ettiği gerçeğinin bu akıma mensup düşünürler tarafından ilan edilmiş olmasıdır. Böylece modernizmin tıkadığı yollar açılıyor, tarih ve gelenekle yeniden buluşmanın teorik gerekçeleri de bulunmuş, yani İslam’ın modernizme bir alternativ olarak gündeme getirilmesi kolaylaşmış oluyordu.[xvi]

Yahya Düzenli de geleneği bu bağlamda tanımlayacaktır “ Gelenek aslında bir bütündür. Maddisi ve manevisi olmaz. Bütün bir tarihselliktir.[xvii]“ Ancak bu „tarihsel varoluşu“ „yaşanmış bir sürecin süreği“ kılmak, kuramsal gerekçelerimize trenle ulaştığımız sürece ütopyadır, bir hayal-i hamdır. Bir başka deyişle modernizme karşı diğer batılı düşünceleri (bağlamından koparılarak alımlanan sistem tartışmalarını) konuşturmak da işlevselci aydınlanmanın bir başka adıdır. Özellikle  bu konuşturma „tarihsel varoluşun“ silinme ve bir daha asla yaşanmama tehlikesini de birlikte getiriyorsa. Yani daha önce de belirttiğim gibi „Teknik ve Teknoloji“ biçimine dönüştürülerek alımlanan avrupalı düşünsel ve toplumsal değerler, „kuramsal gerekçeler“ işimizi kolaylaştırmıyor. Tam tersine bu gerekçeler ideolojik gereçlere dönüştüğünden / gerçeklik işlevsellikle örtüştüğünden,  siyasi kipleştirmelerin dışına asla taşamayacak bilgi günlük hayatımızda hem norm hem de form oluşturmağı sürdürüyor. Böylece her ne kadar ulaşmak istediğimiz sonuçlar „doğru“ olsa da eylemdeki nesnel bağı yeterince tanıyamadığımızdan / dolayısıyla o bağla  yaşayamadığımızdan yüklemlerimizi tarihsel varoluşumuzun dışına yazıyoruz. Geleceğimizin altında ezildiğimizden hep „Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya (N.F.K)“ diye sormak zorunda kalıyoruz.


[i]     „Notlar“ adlı yayımlanmamış günlüğümün 1988’li dallarından kopmuş bir yaprak.

[ii]     Lenk Elisabeth, Kritische Phantasie, Mattes & Seitz Verlag, München,1986, s. 223-224.

[iii]    a.g.y.; Düzenli Yahya, Modern Bilinç ve Trendeki Yolculuk, II. Basım, Gün Yay. Ankara, 1998, s. 51.

[iv]    a.g.e., s. 153.

[v]     a.g.e., s. 91.

[vi]    a.g.e., s. 56-57.

[vii]   a.g.e., s. 7.

[viii]  a.g.e., s. 80.

[ix]    a.g.e., s. 128.

[x]     a.g.y.

[xi]    a.g.y., s. 129.

[xii]   a.g.y.

[xiii]  Modern Bilinç ve Trendeki Yolculuk’ Kitabı Üzerine Yahya Düzenli ile…İnsanlık, Modernizme Direniyor“; Konuşan: Hüseyin Öztürk, Akit, 29 Ekim 1998 Pazar, s. 14.

[xiv]  a.g.y.[ Yine bu bağlamda daha geniş bilgi için bakınız: Düzenli, Yahya, „Değişim’i Değişmez’de Arayan Adam: Necip Fazıl, / Düşünce Günlüğü, Yeni Şafak, 27 Mayıs 1998 Çarşamba, s. 13. ]

[xv]    a.g.y.

[xvi]   Ayvazoğlu Beşir, „1980 sonrasında kültüre farklı bir bakış“, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi-Yüzyıl Biterken, Cilt 13, s. 834.

[xvii]  Düzenli Yahya, Modern Bilınç ve Trendeki Yolculuk, s. 153.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s